İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Eylül Dinginliği Mi Şubat Soğuğu Mu?

Tahmini Okuma Süresi: 5 dakika

Eylül aylarını o kadar çok seviyorum ki -çok sevdiğim- yazma işini bile erteliyorum. İşin aslı hayatı erteliyorum. Başka türlü çıkmaz Eylül’ün tadı. Alelade bir ay değil ki hayatın akışında, rutinlerin içinde yaşayıp geçesin Eylül’ü.

Torosların yukarısı için Eylül kışın habercisi, yorganlı gecelerin başlangıcı olabilir. Ama Torosların bu yamacı için kavurucu sıcakların geride, üşüten kışın ise ileride kaldığı, ikisine de eşit mesafede yakmayan güneşin, üşütmeyen rüzgârın mevsimidir Eylül. Hem denizde serinlemek, hem kumsalda kavrul-ma-maktır.

Eylül, Chris Rea’nın  “And You My Love” klibindeki uzun elbiseli Hanımefendi’nin deniz kenarında olanca kıvraklığı ile dans etmesi gibidir. İzlemeye kıyamazsınız. Su kadar berrak bir gökyüzünün altında tüm hayatla birlikte zamanın da duruşuna şahitliktir. Hani elde olsa, hayatın geri kalanını çarşaf sakinliğindeki o deniz kenarında, ılık rüzgârla birlikte denizin zarafetine meydan okuyan Chris Rea’nın klibindeki o Hanımefendi’yi izleyerek geçirmek isterdim.

İyi ki zarafet diye bir şey var, iyi ki müzik, dans ve sanatın bin bir çeşidi var. İyi ki bu estetiği kusursuzca dışa vurabilme yeteneğine sahip adamlar ve kadınlar var. Onlar da olmasa hiç çekilmeyecek bu dünya. Çünkü bu zarafeti kaldırdığınızda geriye sadece korkunç bir kabalık, acımasızlık, şuursuzluk, biçimsizlik ve kötülük kalıyor.

İyi ki bu dünyada şarkılar var. İyi ki dans eden insanlar var. İyi ki sinema denen bir hayal perdesi var. Hayatı üretenlere ve sanatı üretenlere ömrümün sonuna kadar minnettar kalacağım.

***

Eylül ayı hemen hemen yukarıda saydığım güzelliklere şahitlik ederek geçti. Ama her güzel şey gibi Eylül de bitti işte. Ekim’le birlikte rüzgâr inceden üşütmeye, işler birikmeye, ülke ve dünya gündemi ise iç karartmaya başladı. Nihayetinde ben yine yazılarımla karşınıza geldim. Aslında bir yanım her şeyi boş verip sayfalarca Cris Rea’nın And You My Love şarkısından bahset, Leonard Cohen’in Dance Me To The End Of Love şarkısından bahset, güzel filmlerden, lezzetli yemeklerden bahset geç diyor. Ama otuzlu yaşların ortalarına geldiğim şu ömrümün hatırı sayılır bir bölümünü bu ülkenin siyasetini takip etmeye çalışarak geçti. O yüzden yakmayan güneşten, üşütmeyen rüzgârdan sıyrılıp iç yakan dünya gündemine dair birkaç kelam edeyim diyorum.

En iç yakan gündem şüphesiz İsrail’in Ortadoğu’yu yeniden ateş çemberine atması. Gözü dönmüş bir hırsla milyonlarca insanın hayatını ateşe atan İsrail, devlet terörü denilen tanımın içini maalesef tam anlamıyla dolduruyor. İsrail’in katliama varan devlet terörizmini ezici bir çoğunluk –haklı olarak- eleştiriyor. Hatta İsrail halkının azımsanmayacak bir kısmı da İsrail’in bu şiddet sarmalından rahatsız. Bu sadece Netanyahu karşıtlığı ile açıklanamayacak kadar derin ve –bana kalırsa- samimi bir itiraz.

Peki, Müslüman coğrafyasında benzer bir eleştiri/öz eleştiri var mı? Maalesef ciddi bir öz eleştiriden bahsetmek mümkün değil.

İsrail’i lanetlemek maalesef Ortadoğu bataklığını kurutmak için yetmiyor. Hiçbir zaman da yetmeyecek. İran halkı kendi yöneticilerini, Lübnan Halkı kendi yöneticilerini ve Hizbullah’ı, Filistinliler ise Hamas’ı sorguya çekecek. Hesap vermelerini isteyecek. Kof kabadayılıklarının sonuçlarını hesap etmedikleri için, plansız ve hesapsızca saldırganlaşıp meşru bir mücadeleye gölge düşürdükleri için, nereden nasıl fonlandıkları belli olmayan örgütlerin, çetelerin, militanların, tarikatların insanların yaşamlarını kökünden değiştirecek güce ulaşmalarını sağladıkları için, halkına başka kendi çocuklarına bambaşka hayatlar yaşattıkları için hesap sormalı.

Töre değil hukuk devleti olmak için, kul değil vatandaş olmak için, haraç değil vergi vermek için, savaş değil barış için mücadele etmek zorundalar. Bunları başardıktan sonra inanın İsrail de bu bölgeyi terörize edemeyecektir. Çünkü bu saydıklarım devleti güçlü yapar. Bu saydıklarım İsrail’in hesaplarına çomak sokar, fütursuzluğuna dur der.

Yukarıda saydıklarım bizler için de geçerli tabi. Türkiye İran ve Lübnan kadar kötü durumda değil belki ama önlemler alınmazsa, klasik bir Ortadoğu ülkesi olmaya en yakın aday. Bugüne kadar olmaması, esasen –her ne kadar sıkıntıları da olsa- Cumhuriyet ve Demokrasi kültürünün toplumun önemli bir kısmında kabul görmüş olmasından kaynaklanıyor. En kötü yurttaşımız bile demokrasi deneyiminden vazgeçmek için pek istekli değildir.

Tüm eksiklerine rağmen bir asırdır bu topraklarda seçim, meclis, yasa, hukuk, vatandaş gibi tanımlara aşinayız. Fakat bu kavramlar özellikle 15 Temmuz sonrası iktidarın yaşadığı travmalarla birlikte girilen suç bataklığını ört bas etmek adına içi boşaltılır, unutulur oldu. Bizi zora sokan, en çok korkmamız gereken de Türkiye’nin demokrasi ve hukuk devleti kavramlarından hızla uzaklaşması. Yoksa esas tehlike Erdoğan’ın meclis kürsüsünden ilan ettiği gibi İsrail değil. En azından bizim için.

Bizim için en büyük tehlike yine biziz. Bu ülkenin kaybedecek çokça kazanımı ve birikimi var. O yüzden bizi yönetenlerin bu gerçekliği göz önünde bulundurarak hareket etmesi elzemdir. Bizlerin de bu gerçeklikten kopan, akıldan ve sağ duyudan uzaklaşan herkesten hesap sormamız görevdir.

Eylül dinginliğinde hayatın ve sanatın tadını çıkararak yaşam sürmek de Şubat soğuğunu kabullenip sadece hayatta kalabilme mücadelesi vermek de bizim elimizde.

Karar sizin, karar bizim.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir