İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İS KARASI

Tahmini Okuma Süresi: 14 dakika

İS KARASI

Her yolculuk nasıl içinde hüzün barındırırsa, her kış sabahı da aynı hüznü taşır; eğer yatağınız dışında evin geri kalanı ölüm soğukluğuna bürünmüşse… Her sabah ezanı sela ürpertisi uyandırır ölümsüzlük üflenmiş ruhlarımıza… Tüm bunlara yalnızlık ve yoksulluk eklenince yeni günü sıcak bedenle karşıladığına lanet eder insan…

Vedat da her sabah bu hüznün ve bilinmezliklerin iç sıkıntısı ile küfür gibi bakan gözlerle soba isinden kararmış duvara karşı uyanırdı. Bugün de yüzünü yıkamazsa suratına sinen is lekeleri katmerleştirecek ve esmerliği tehlikeli boyutlara ulaşacaktı. Kendini ikna edip iki tahta ile duvara sabitlediği lavabosunda yüzünü yıkadı. Bir iki dakika aynada kendine acıyarak baktıktan sonra -ki bundan içten içe hep haz duyardı- pijamasının üstüne geçirdiği pantolonunun yerde sürünen paçalarını katladı. Mutfağa geçtiğinde soğuğu daha derinden hissettiğini fark etti. Mutfağın penceresinin kırılan köşesini tamir etmeye vakit bulamamıştı Vedat. Sabah ezanı ile başlayan koşturmacası çoğu zaman akşam dokuz civarında son buluyordu. Eve geldiğinde aklına gelen tek şey yatağa devrilmek olduğundan yüzünü bile yıkamayı unuturdu.

Üşüyen parmaklarıyla yeşil renkli buzdolabının kapağına asıldı. Bu buzdolabı annesinden kalan tek mirastı; içindeki hiç açmadığı turşu konservesi ile birlikte. Buzdolabından çıkardığı zeytin ve peynirin yanına dünden kalma çayı koyarak kahvaltısını hızlıca bitirdi. Dışarıda kar yoktu ama burun deliklerini yakan soğuğu iliklerine kadar hissetti Vedat. Otuz Altı yıllık hayatının çocukluk yılları hariç o evden hiç iki kişi çıkmamış, o evde hiç bekleyeni olmamıştı. O kadar alışmıştı ki yalnızlığa kendi iç konuşmalarından dış sesini unutmuştu neredeyse. Sürekli düşünceli duran yüz ifadesi ondandı. Kıvırcık uzun saçlarının hemen bitiminden gürce fışkıran sakalları ve yüz ifadesi ona gizemli bir hava katıyordu. Duruşundaki gizemle inatlaşırcasına yaşantısı bir o kadar sıradandı Vedat’ın. Sabah erkenden başlardı kâğıt toplamaya, ta ki kafasına iliştirdiği fenerin pili bitip de çöp içinde işe yarar parçaları seçemez olana dek sürerdi koşturmacası. Bugün de geri kalan bilmem kaç bininci gün gibi çekçek arabasını sırtlayıp yola koyuldu. Ama bugün o geride kalan bilmem kaç bininci günden çok farklı bir gün olduğunu anlayacağı Cumhuriyet Caddesi’ndeki Kıymet Hatun Apartmanı’nın mavi çöp konteynerine henüz ulaşmamıştı.

Kaderini değiştirecek o çöp konteynerine ulaşmasına bir saatten fazlaca bir süre vardı Vedat’ın. Haki renkli uzun parkasının ceplerini yokladığında tütünün kalmadığını fark etti. Yarım saat ötede Ağrılı Murat’ın tezgâhından ucuza tütün alırım diye içinden geçirerek adımlarını çabuklaştırdı. Murat kendisini müşterilere hep Adıyamanlı olarak tanıtırdı. Onun Vedat’a Ağrılı olmadığını söylemesi bir samimiyet göstergesiydi. Bir çeşit garibanlık hukuku ile kısa sürede sıkı dost olmuşlardı. Vedat yanına ulaşınca başındaki müşteriyi çabuklukla savuşturup hiçbir şey demeden sararmış dişleri ile Vedat’a gülümsedi. Kısa süren sohbetin ardından Vedat Cumhuriyet Caddesi’ne doğru yol aldı.

Yol üstünde çeşme gördüğünde yanında taşıdığı pet şişelere su doldurup ara sıra kartonları ıslatırdı Vedat. Ne kadar ağır gelirse o kadar iyiydi. Akşam kartonlarını satarken kilo hesabı ile satardı.

Nihayet Kıymet Hatun Apartmanı’nın mavi çöp konteynerine ulaştı Vedat. Ağır hareketlerle çöpten kartonları ve işe yarar parçaları ayıklamaya başladı. Kartonları çekçekin çuvalına bastırdıktan sonra tekrar konteynere yöneldi. Son kartonu kendine doğru çekerken kartonla birlikte yüzeyi tozdan dolayı eskimiş gibi görünen ama içi saten geceliği andıran yumuşaklığı ve maviliği ile dikkat çeken bir kutu geldi eline. Merakla kutuyu açtığında kısa bir not, işlemeli bir yüzük ve bir de anahtar buldu. Merakı giderek artan Vedat, kâğıdı çöpün içinden çıkarmayı bile unutarak dirseğini yasladığı konteynerin içinde notu hızlıca okudu;

“bu notu ve emanetleri ulaştırmama fırsatım olmadı, belki de hiçbir zaman olmayacak ama bu notu ve emanetleri bulup sana ulaştıracak iyi kalpli bir insanın varlığına inanmaktan başka çarem yok. Seni her zaman seveceğim. Ne yaptıysam sen ve iki kızımın geleceği için yaptım. Umarım bir gün beni anlarsınız. Seni çok seviyorum Nilgün. ‘Albay Erdinç Tunçbayır’ ” notun hemen altında ise adres yazıyordu: Egemen Caddesi Bala Apartmanı No:25…

Vedat kutuyu parkasının iri cebine iliştirip konteyner yanındaki kaldırama çökerek el yordamıyla Murat’tan aldığı tütünü yoklamaya başladı. Gözleri bir noktaya dalmış her zamankinden daha düşünceli bir şekilde iç çekti…

Orada öylece ne kadar süre oturdu bilinmez. Ama uyuşan bedenine bakılırsa epeyce vakit geçmişti. Onu böylesine kaldırım kenarına çökertip gözlerini karşıdaki gri boyalı eski Rus yapısının çıkıntılı duvarlarına diken, kutudaki yüzük ve anahtar değildi elbette. Nottaki isimdi kanını damarlarında hareketsiz bırakan.

Gözünün içine yaş biriktiğini fark edip kimseye çaktırmadan sildi Vedat. Henüz taşıp yanaklarına akmamışken. Kader denilen şey, olayların ve insanların tesadüflerle birbirine bağlamasından başka neydi ki? Azgın bir selin üzerindeki kütüklerden ne farkımız var? Nereye gittiğimiz konusunda kimin ne fikri var? Vedat nottaki Albay Erdinç Tunçbayır ismiyle, hayat denilen nehirde nereden nerelere savrulduğunu anımsadı.

Her şey o kadar olağan, o kadar durağan, o kadar hissiz gibi duruyordu ki bu duruma çok içerledi Vedat. İçindeki kopan fırtınaya eşlik etmeliydi her şey ve herkes. Kar yağıyorsa fırtına olmalıydı, güneş var ise yakmalıydı, yağmur var ise sel olmalıydı. Ama hiçbirisi yoktu işte. Güneş vardı ısıtmıyordu, kış vardı dondurmuyordu, insanlar vardı konuşmuyordu.

Nottaki isme bir daha bir daha baktı Vedat. Her seferinde yüzünde acı bir gülümseme ile “Hey koca Albay, hayatını çöpe çevirdiğin insan seni çöpte buldu iyi mi” diyerek iç çekti.

Kış ikindilerinin melankolik havası düşüncelerini deştikçe deşiyor, Vedat geçmişi zihninde adeta yeniden yaşıyordu. Beş sene önce Albay’ı ilk gördüğü günü düşündü. O zamanlar üstlerinin gözüne girmek ve Albaylığa terfi etmek için haftanın neredeyse beş gününü dağlarda kaçakçı peşinde koşarak geçiren gözü kara bir Yarbay’dı Erdinç…

Vedat o zamanlar hayattaki tek dostu, tek dayanağı olan Yılmaz’la bir hafta sonu iki günlüğüne şehirden uzaklaşmak istemiş ve Gelindağı’nın sınıra bakan yamacına ufak çadırlarını kurmuşlardı. Yılmaz okumuş adamdı, Vedat ise çabuk kavrayan, öğrenmeye açık iyi bir dinleyici… Böyle olunca Yılmaz fırsat buldukça Gelindağı’nın sınıra bakan yamacına kamp kurar, Vedat’ı da yanına alır sabahlara kadar sohbet ederlerdi. Bu sefer de öyle olmuş, Yılmaz anlaşılmanın verdiği hazla anlattıkça anlatıyordu Vedat’a. Yine koyu bir sohbete tutulmuşlardı ki bir anda ve peş peşe patlayan silah sesleri ile neye uğradıklarını şaşırdılar. Dağın üst tarafından Yarbay Erdinç ve askerleri kaçakçıların üzerine yaylım ateşi açıyor, alt tarafından Kurtuca deresi kenarında katırlarını sulayan kaçakçılar ise karşılık veriyordu. Vedat ve Yılmaz ilk şoku atlatır atlatmaz az ötelerindeki çukura kendilerini zor attılar. İki ateş arasında kaldıklarını vızıldayan kurşunların tepelerinden geçerken çıkardığı seslerden anlayabiliyorlardı. Birkaç saat süren çatışma sonrasında silah sesleri seyrekleşmiş ve nihayetinde Yarbay Erdinç’in o gür sesi duyulmuştu “Teslim olun!”.

Muhtemelen mühimmatları tükenen ve tüm arkadaşlarını çatışmada kaybeden iki kaçakçı üzerlerinde beyaz atlet ve don kalacak şekilde tepeye doğru eller yukarda tırmanıyorlar, bir yandan da sürekli “Teslim oluyoruz.” Diyerek bağırıyorlardı. Bunun üzerine askerler de tepeden onlara doğru hilal oluşturarak iniyor, yavaştan kaçakçıları çembere alıyorlardı. Nihayet askerler ve kaçakçılar Vedat’la Yılmaz’ın saklandıkları çukurun az ilerisinde buluşmuşlardı. Bu esnada Yılmaz usulca kafasını çukurdan kaldırmış ve olan biteni anlamaya çalışıyordu. Yarbay Erdinç ve iki kaçakçı karşı karşıya gelmişlerdi. Arkada ise neredeyse bir tabur asker elleri tetikte göz bebekleri çatışma heyecanından irileşmiş bir şekilde bekliyordu. Yarbay Erdinç de beylik tabancasını kaçakçılara uzatmış, tam önlerinde dikiliyordu. Zaferin ve hırsının etkisiyle kaçakçıların yüzlerine alaysı bir gülümseme ile bakarken o an karşısında aciz bir şekilde don atlet bekleyen iki kaçakçıdan –üstelik askerlerinin önünde- hiç beklemediği bir aşağılanmaya maruz kalmıştı… Kaçakçılardan birisi suratına tükürünce oracıkta iki kaçakçıyı infaz etmişti. Sonrasında ise yazıcı askeri çağırarak iki kaçakçının çatışma esnasında öldürüldüğünü zabıtlara geçmişti. Tüm bu olanları kanı çekilerek izleyen Yılmaz, Vedat’ın yanına çömelerek askerler gidene dek tek kelime konuşmamıştı. Sonrasında apar topar şehre inmişler ve bir süre kimseye hiçbir şey söylememişlerdi.

Fakat içlerindeki vicdan azabı ve özellikle Yılmaz’ın haksızlığa gelemeyen yapısı ağır basmış, olayı ayrıntılarıyla anlatan bir ihbar mektubu kaleme alarak savcılığa postalamışlardı. Çok geçmeden ikisi de ifadeye çağırılmış olayı bizzat savcıya anlatmışlardı. Fakat savcının olayı ört bas etme çabasını, babacan yaklaşımı altında gizlenen gizli tehditkâr havayı sezinlemişlerdi. O an bir anlam veremedikleri bu durumu daha sonraları savcı ve Yarbay’ın ahbaplıklarının çok eskilere dayandığını öğrenince olan biteni kavramışlardı. Çok geçmeden Yarbay Erdinç, Yılmaz ve Vedat’ın peşine düşmüş, onları sindirmek için her yolu denemişti. Vedat bir şeyleri değiştiremeyeceğini anlayınca iyice içine kapanmış, evinden hiç çıkmayarak herkesten ve her şeyden uzaklaşmayı seçmişti. Yılmaz, inatçı yapısı ve engel olamadığı gururu ile Yarbay’ın yaptıklarını sesini duyurabildiği her yere anlatmaya çalışmıştı.

Vedat’ın suskunluğu Yılmaz’la da arasını açmış, çok geçmeden Yılmaz’ın evinde ölü bulunduğu haberi Vedat’a ulaşmıştı. Haberi getiren Fahri, Yılmaz’ın uyuşturucudan öldüğünü şaşkınlıkla anlatıyordu. Sık sık “Nasıl yahu, Yılmaz? Uyuşturucu?” Diyerek şaşkınlığını yüksek sesle dile getirip Vedat’tan bir onay bekliyordu. Vedat hiç konuşmadan başını öne eğmiş beyninin içindeki uğultuyu, yüreğindeki korkuyu bastırmaya çalışıyordu. Yılmaz’ın uyuşturucu kullanmadığını en iyi Vedat biliyordu. Bu savcı ve Yarbay’ın tezgâhıydı. Haykırmak istiyordu fakat aynı sonla karşılaşacağına emindi. Yılmaz’a bu olayın sonunu defalarca anlatmış ama dinletememişti. Yılmaz her seferinde Vedat’ı korkaklıkla suçlamıştı…

O günden sonra Vedat’ın başka dostu olmadı. Tütün sevdası olmasa Murat’la da arkadaşlık etmezdi ya Allah biliyor. Her sabah küfür gibi bakan gözlerle soba isinden kararmış duvara manasız bakışları da bundandı ya onu da Allah biliyor…

Yüreğini dağlayan bu düşünceler, cebinde geçmişin perdesini açmış bir kutu ve önünde bilinmezlikler silsilesi ile evin yolunu tuttu Vedat…

Kafasından geçen yüzlerce düşünceyi toparlamadan, kalbini sıkıştıran bu beklenmedik sürprizin şokunu atlatmadan bir şey yapmak istemedi Vedat. Albay’ın, “En sevdiği dostunun katili olarak düşündüğü adamın” başına ne geldiğini istemsizce merak ediyordu. Gözünü kırpmadan hayat söndüren bu adamın, birisini sevebildiğine gözüyle şahit olmak için Nilgün’ü de istemsizce merak ediyordu.  Bu merakla iyiden iyiye yüzleşmek için hızlı adımlarla evine gitti.

Sıkışmış bir kalbe dünya dar gelirken eve nasıl sığardı Vedat? O gece vakit sündükçe sündü. Sabah nottaki adrese gidecekti gitmesine fakat büyük yüzleşmenin ayak parmaklarına kadar vücudunu dondurmasına nasıl engel olacaktı? Yıllardır kendisine fazla gelen iki göz evi ilk defa o gece Vedat’a bu kadar dar gelmişti. Onlarca cevapsız sorunun zihnini bitkin düşürmesine rağmen gözüne uyku girmedi. Sabah erkenden nottaki Egemen Caddesi Bala Apartmanı adresine gitti. 25 numaralı kapının önüne dikildi. Nefes alıp verişleri sıklaştı Vedat’ın. Böylesi zamanlarda sesi boğulur, kelimeler ağzından belirli belirsiz çıkardı. Bunu bildiğinden sakinleşinceye dek kapıda öylece dikildi. Ama bekledikçe heyecanının daha da arttığını fark edince kapı ziline iki ürkek dokunuş bıraktı. İçerden Nilgün’ün “kim o” sorusuna bile hazırlıksız yakalanmıştı;

“Vedat ben. Bir emanetinizi getirdim” diyebildi ancak. Nilgün, Vedat ismini duyunca o büyük günün geldiğini anlamış ve derin bir nefes alarak kapıyı açmıştı. Vedat tam konuya girecekken Nilgün “İçeri gel Vedat, içeride konuşalım” diyerek araya girdi. Vedat’ın şaşkınlığı daha da artarak Nilgün’ün peşinden içeri girdi. Bir süre sessizce karşılıklı kanepede birbirlerine baktılar. Nilgün Erdinç’in anlattığı bu gizemli adamı inceliyor, Vedat ise olan biteni anlamaya çalışırken bir yandan da Nilgün’ün büyülü güzelliğini kaçamak bakışlarla zihnine kazımaya çalışıyordu.

Nilgün’ün soluk teni ve iri gözlerinin üstünde yukarı kalkık biçimli kaşları, dudağının aşağı meyilli iki ucu suratına asil bir güzellik katıyordu. Gözaltındaki belirgin torbaların ne kadarı uykusuzluktan ne kadarı hüzünden seçilemiyordu ama o bile maharetli bir ressamın tablosundaki ustalık darbeleri gibi güzel duruyordu.

Kısa bir sessizlik sonrası Nilgün Vedat’ın gözlerinden okunan şaşkınlığı anlamış olacak ki yaşananları açıklamaya koyuldu;
“Ben seni tanıyorum Vedat. Erdinç senden çok bahsetti. Ölen arkadaşın için çok üzgünüm ama emin ol ki o olayda Erdinç’in parmağı yok. Evet, sizleri takip etti hem de epeyce bir süre. Zaten senin şuan burada olman da bundan ötürü. Erdinç senin çok dürüst bir insan olduğunu söyledi. Çokça zaman sana gelip durumu anlatmak istediyse de bir türlü buna cesaret edememiş. Zaten sonrasında da iki kaçakçıyı Erdinç’in öldürdüğünü o gün orada bulunan üç asker de teyit edince açığa alınıp soruşturma başlatıldı. Sonrasında bu olayı kapatmak için çok daha farklı işlere girişti Erdinç. Batağa battıkça battı. Nihayetinde sonunun ya hapis ya firar ya ölüm olacağını anladığı an bir plan yaptı. Fakat bu planı tek başımıza yürütmemiz olanaksızdı. Erdinç’in güveneceği kimse de yok etrafında. Bana bile tam olarak güvendiğini söyleyemem. O seni çok araştırdı. Senin güvenilir bir insan olduğuna emin oldu. Ve sana vefa borcunu ödemek için seni bana yönlendirdi. Her gün o saatlerde gittiğin çöpe bu kutuyu o koydu. Başka türlü senin bana gelmen imkânsızdı. Kutuda bir yüzük ve anahtar var değil mi? Erdinç bana senin bir kutuyla geleceğini ve kutuyu aldıktan bir hafta sonra seninle Gelindağı’na gitmemi söyledi. Sen orada gitmen gereken yeri biliyormuşsun. Orada bizi bir emanet bekliyor olacak. Emanetin tam yeri elindeki yüzüğün içinde yazıyor. Beni bir hafta sonra oraya götürmelisin Vedat. Bunu senden başka kimseye diyemeyiz. Yılmaz’ın katili Erdinç değil, katilin kim olduğunu da Gelindağı’ndaki emanetten öğreneceğiz. Erdinç senin gözünde kötü bir insan olabilir Vedat, ama onun iyi bir asker olduğundan ve planlarının kusursuz olacağından şüphe etme. Bu planı gerçekleştirdiğimizde sen de biz de kurtulacağız. Bunu kendin için, Yılmaz için ve çocuklarım için yapmanı istiyorum…”

Vedat tuhaf durumlarla karşılaşacağını tahmin ediyordu fakat bu kadarını beklemiyordu. Kafası allak bullak olmuş şekilde gözlerini bir noktaya dikmiş bakıyordu. Zor kararlar öncesi kafanın içinde duyulan o uğultu tüm beynini kaplamıştı…

Yüzüğün içinde “Silah, kan ve toprak” yazıyordu. Albay Erdinç Gelindağı’nda hayatını değiştiren hatayı yaptığı yeri işaret ediyordu. Bir hafta sonra şafak vakti Vedat, Nilgün ve çocuklar Gelindağı’nın yolunu tuttular. İki kaçakçının Albay’ın kurşunuyla can verdiği noktaya ulaştıklarında Vedat göz ucuyla Yılmaz’la saklandıkları çukura baktı. İçini bir burukluk kapladı ama Albay’ın işaret ettiği noktada onları bekleyen şeyin merakı daha baskın gelerek var gücüyle iki kaçakçının kanının döküldüğü toprağı kazmaya başladı. Çok geçmeden kazma ucuna değen sandıkla yere kapaklanıp toprağı eşelemeleri bir oldu. Sandığı çıkarıp açtıklarında içinden naylon poşete sarılmış paralar, bez parça içine sarılmış altınlar, siyah poşet içine sarılmış sahte kimlik pasaportlar buldular. Ve tabi bir de not. Bu sefer notun muhatabı Vedat’tı…

“Bana olan öfken ve şüphen hiçbir zaman geçmeyecek biliyorum. Yılmaz siyasi hesaplaşmaların kurbanı oldu. Yılmaz’ı öldürenler bizim olayımızdan haberdardı. Bu yüzden suçu benim üstüme yıkmak için böylesi bir zamanlama tertip ettiler. Şuan bu notu okuyorsan hayattaki en değerli üç varlığım seninle birlikte demektir. Seni bu olaya dâhil etmek zorunda kaldığım için üzgünüm. Başka güvenecek kimseyi göremedim. Naylon poşetteki paraların yarısını kendine al. Bu sana olan mahcubiyetimi ve minnetimi karşılamaz fakat bunu kabul et. Diğer yarısını ölen kaçakçıların ailesine ulaştır lütfen. Ve geri kalan altınları kimlikleri, pasaportları, Nilgün’ü ve çocukları gece yarısı limandaki “Nevron” teknesine ulaştır lütfen… Elbet bir gün tekrar döneceğim ve mutlaka senin gözlerine bakarak bataklıktaki mücadelemi anlatacağım. Her şey için sana minnettarız.”

 

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir