İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bir Kurumsallaşma Sorunu: “Din”

Tahmini Okuma Süresi: 5 dakika

 

Bir önceki yazımda kurumsallığın evliliğin ruhuna verdiği zarardan bahsetmiştim. Bu yazımda ise kurumsallaşmanın din üzerindeki etkisinden bahsetmeye çalışacağım. Kurumsallığın evlilik üzerindeki etkilerinin benzerini din üzerinde de görmek mümkün. Tüm bunları anlatmadan önce anlam karmaşasına yol açmamak adına kurumsal dinden kastımın ne olduğunu açıklamam yazının gidişatının daha iyi anlaşılmasına vesile olacaktır.

Bazı kaynaklar inanç sisteminin bir kitaba ve peygambere bağlı olmasını başlı başına kurumsallık olarak saysa da ben bu tanıma katılmıyorum. Bir dinin peygamberinin ve kutsal kitabının var olmasını kurumsallaşma sorunu olarak ele almadığımı belirtmeliyim.

 Din, bir iktidar veya herhangi bir yönetimsel disiplinle bir bağ kurduğu zaman kurumsallaşıyor. O andan itibaren de dinin -en azından yorumlanmasında- tek kriter yaradan ve elçisi olmaktan çıkıyor, bağlı olunan erk, iktidar da belirleyici oluyor. Kurumsallaşan dinin kendi doğasından uzaklaşarak bir kişi veya bir zümre elinde toplumsal nizamın sağlanması aracı olmasına “kurumsallaşmış din” diyor ve böylesi kurumsallaşmaya itiraz ediyorum.

Semavi dinler olarak nitelendirdiğimiz Hristiyanlık, Musevilik ve İslamiyet bahsettiğim kurumsallaşma sürecini farklı ölçeklerde yaşamıştır. İslamiyet’te ruhban sınıfının olmayışı, İslam Peygamberinin peygamberlik ve devlet adamlığı yaptığı dönemde bile kendisine ayrıcalıklı bir konum yaratma çabasına girmeyişi gibi örnekler İslam’ın karşı çıktığımız kurumsallık anlayışına önlem aldığını gösterir. Fakat İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in vefatı ile beraber kurumsallaşma emareleri de baş göstermiştir. Öyle ki iktidar kavgası neticesinde mezheplerin çıkışı, sonrasında Halifelik ve Şeyhülislamlık gibi siyasi boyutu da olan dini kurumların çıkışı, son olarak Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumların var olması, İslam’ın kurumsallaşma sürecinin en kısa özeti olabilir. Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı hem seküler hem de muhafazakâr camiada çokça tartışılır fakat iki taraf da bana kalırsa olaya topyekûnca bir kabulleniş veya topyekûnca bir reddediş tavrı sergileyerek meselenin özünü tartışmaktan uzaklaşıyor. Seküler insanların diyanetin varlığını tehdit olarak algılarken tehlikenin dinin kendisi mi yoksa erkin güdümündeki din mi olduğu ayrımını yapmadan toptan karşı çıkarak muhafazakar insanlara derdini anlatmada eksik kalıyor. Muhafazakâr insanlar ise diyanetin varlığını dinin varlığı ile özdeşleştirerek esasında İslam’a en büyük haksızlığı yaptığının farkına varmadan, salt sekülerizm karşıtlığı uğruna diyanetin varlığını tartışmaya açmaktan kaçınıyor.

Konunun sağ duyulu şekilde tartışılması için şu iki soruya cevap verilmesi gerekiyor.

  1. Dinde kurumsallaşmaya neden ihtiyaç duyuluyor?
  2. Kurumsallaşan din kurallarını belirlerken tek referans kaynağı  kutsal kitaplar mıdır yoksa mevcut rejimin yasa koyucuları mıdır?

Kurumsal din savunucularının en büyük tezi dinin tek elde toplanarak daha iyi korunması…Dini duyguların çeşitli yol ve yöntemlerle suiistimal edilerek kötü insanlar elinde silaha dönüşmesinin önüne geçilmesi şeklinde özetleyebiliriz. Fakat geriye dönüp baktığımızda durum pek de öyle görünmüyor. Diyanetin varlığı İŞID gibi dini referansla hareket ettiğini iddia eden örgütlerin varlığını engellemiyor. Hatta çoğu zaman dinin devlet tekelinde yorumlanması bu tarz örgütler için ekstra propaganda malzemesi haline gelebiliyor. O yüzden dini yasa koyucu erkle koruma altına almaya çalışmak bana kalırsa nafile bir çabadır.

Kurumsallaşan din kurum çıkarlarını dinin önüne koyma eğilimi gösterir. Çıkış noktasında aracısız olarak tek rehberi Allah ve Peygamberi olarak belirleyen bir din bile kurumsallaşma sonucu kul ile Allah arasında bir noktada kişi veya kurumu koymak durumunda kalır. Bu dini terminoloji ile insanı şirke, siyasi terminoloji ile faşizme götürür.

 

İkinci sorunun cevabı da aslında bu çıkarımların satır aralarında gizli. Somutlaştırmak adına güncel ve yaşayan bir örnek vermekte fayda var. Tüm Sünni Müslümanlar her Cuma camilerde toplanıyor ve Diyanet İşeri Başkanlığının yurdun her bir köşesinde bulunan camilere gönderdiği hutbe metnini dinliyor. Edirne’deki Salih Amca ile Hakkari’deki Mehmet Amca çok farklı gerçekliklere ve yaşam standardına sahipken, Ankara’dan tek bir kurumun kaleme aldığı hutbeyi dinliyor. Çoğu zaman hutbeler yerelin gerçekliğinde karşılık bulmuyor. Daha acı olan soru ise şu, Diyanet bağlı olduğu devletin politikası ile bağlı olduğu dinin hükümleri çeliştiğinde nasıl bir tavır alır? Tamamen dini hükümlere sadık kalır diyorsanız üzgünüm, iyimserliğinizi paylaşamayacağım.

Kurumsallaşma bir güç gibi görünse de bir önceki yazıda evlilik üzerinden verdiğim örnek gibi ruhu yozlaştırıcı, gerçeklerden uzaklaştırıcı bir etkiye sahip oluyor. Hele ki değişen iktidarlarla değişen dini politikalara sahip bir kurumdan bahsediyorsak.

İslam’ın kurumsallığı Kur’an-ı Kerim öğretileri ve İslam Peygamberinin yaşantısı ile sınırlanmıştı ve şüphesiz bu makbul olandı. Diğer türlü devrin egemenleri her şeyi olduğu gibi dini de çıkarları doğrultusunda eğip bükmekten geri durmayacaktır. Karşı olduğum kurumsallık da tam bu noktada başlıyor. Bugün diyanet bünyesinde vücut bulan kurumsallığın sıkıntılarını din devlet, din siyaset ve din iktidar ilişkilerinde açıkça görmekteyiz. Söylediklerimden İslam’ın yalnızca bireylerin vicdanında yaşayan bir din olarak kalması gerektiği anlamı çıkmasın lütfen. Her inanç veya ideoloji gibi Müslümanların da örgütlenme, cem olma, cemaat olma hakkı vardır. Fakat İslam’ı tekelleştirme ve çıkarlarına alet etmeye hakkı yoktur.

Sonuç olarak;

İnanç, insanlık tarihi boyunca vardı. Şu an en organize kurum olan devletler ise MÖ 4000’den ötesine geçmiyor. (İlk devleti Sümerler olarak kabul eden resmi kaynakları baz alırsak)

Demem o ki İnanç kurumlarla var olmadı. O yüzden kurumların varlığına gereğinden fazla önem atfetmek, inancın ruhuna haksızlık olur. İnanç kurumsallığa ihtiyaç duymadan, yeryüzünü ibadethane olarak görüp varlığını sürdürebiliyor, fakat kurumlar inanca ihtiyaç duyuyor. Kurumların dine ihtiyaç duymasına -hangi kurum olursa olsun- şüphe ile yaklaşılmalı ve kurumların inançlar veya inançsızlık üzerinde yaptırım gücünün olmasına itiraz edilmeli. İnancın, inançsızlığın kısacası bireysel özgürlüklerimizin korunması ve daha sahici, samimi bir hayat için bunun gerekliliğinin kavranması gerekiyor.

Haftaya Cuma “Bir Kurumsallaşma Sorunu: Siyaset” yazısı ile yazı dizisini noktalarız umarım.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir