Bu yaz da dört bir yanı cennet vatanımın hiçbir yanına gidemedim.
Hans, Toni, Coni, Herkel, Frank alayı birden toplaşıp yurdumun cennet köşelerini gezdiler. Gezmeye de devam ediyorlar.
Ben de bir gözüm bilgisayar ekranına düşen tatil reklamında, bir gözümse benzin zammı haberlerinde “otur oturduğun yerde” diye kendimi azarlamakla meşgulüm. Her açlık sınırında yaşayan yurttaş gibi “bu sıcakta en güzeli evde oturmak aga” diye kendimi eylemeyi de ihmal etmiyorum.
Akşam balkon biraz esti mi, sofrada da domatesli bulgur pilavı ve buzlu cacık oldu mu tamam diyorum. Yaşıyorum bu hayatı.
Neyse ki Netflix var da başka dünyaları, başka hayatları, başka insanları görüp şükrediyorum. Maazallah o rezil hayatları görmesem neredeyse halime isyan edeceğim. Neredeyse bu hayatı yaşamadan yaşlanıp gittiğimi falan düşüneceğim.
Kulüp dizisini yeni izledim mesela. İzledikten sonra çok şükür o zamanlarda Beyoğlu’nda dükkânı olan bir Rum ya da Ermeni değilmişim dedim kendime. Durduk yere dükkânımın camının çerçevesinin inmesine şahitlik etmek acı verirdi. Hele hele işgüzarlar tarafından kandırılıp kamyon arkalarında Beyoğlu sokaklarına indirilip eline sopa tutuşturulan bir Türk köylüsü olsam, tanımadığım insanların dükkânlarına o sopalarla dalıyor olsam o daha çok acı verirdi. Kafası çalışan bir torunum yıllar sonra gelip “dede sen de mi orada dükkân taşlayıp sopayla adam dövdün” dese utancımdan yerin dibine girerdim.
Ama şimdi içim rahat domatesli bulgur pilavının soğuyan yerlerine daldırıyorum kaşığı.
Sonra Pera Palas’ta Gece Yarısı diye yine bir dönem dizisi izledim. -Günümüzden sıkılmış olacağım ki bu ara dönem dizilerine sardım.- Bu sefer de 1920’lerin İstanbul’unu izliyorum. İşgalciler Pera Palas’ta yiyor, içiyor, eğleniyor. Savaştan rantını devşirmiş işbirlikçi bir takım Türkler de aynı şekilde vur patlasın çal oynasın eğleniyor. Bir yandan da kurnaz İngiliz Subay Mustafa Kemal’e suikast planları yapıyor. Ortalık elli altı anlayacağınız. Vatanseveri, haini, açı, toku, mazlumu zalimi birbirine girmiş… Neyse ki 2020’lerden o döneme giden Esra vaziyeti toparlıyor da Mustafa Kemal suikastını engelleyerek tarihin akışının bozulmasına izin vermiyor. O dönemde yaşasam yüksek ihtimal Pera Palas diye bir otelin varlığından dahi haberim olmadan sefalet içinde ölürdüm diye geçiriyorum içimden. Tıpkı şimdinin Pera Palaslarından, dönen dolaplardan, kirli pazarlıklardan bir haber yaşadığım gibi…
O yüzden 2023’e ve domatesli bulgur pilavına şükrederek başka dizilere geçiyorum.
Son olarak Sıcak Kafa dizisini izliyorum. Distopik havası, bilim kurgu sosu ve pandemiden yeni çıkmış biz dünyalılara başka bir salgının daha ağır sonuçlarını anlatıyor olması ilgimi çekti. Bunun yanı sıra salgınla mücadele adı altında hayatları tamamen kontrol altına alınan, yoksullaştırılan, sindirilen bir toplumun resmedilmesi de ilgimi çekti. Dizideki İstanbul da melankolik yanımı okşamadı değil. Her yanı ablukaya alınmış, sokakları çer çöp içinde kalmış, gri ve şekilsiz binaların iç sıkıcılığı vs. hikâyeyi tamamlayan unsurlardı. Normal şartlarda “iyi hoş ama abartmışlar canım” diye hayıflanmam gerekirken bu distopya bana çok sahici geldi. Sanırım pandemi sürecinde ve deprem sonrasında gördüğüm şehir manzaralarından olsa gerek distopyalar masalsılıktan çok toplumsal gerçekçi sinema sınıfına girdi kafamın içinde.
Yine de dizinin karamsarlığının ruhumu tam anlamıyla ele geçirmesine izin vermedim. Çünkü hala yiyecek bir tabak daha domatesli bulgur pilavım vardı. Bu aynı zamanda yaşamak için, hayata tutunmak için, yarına uyanmak için bir sebep demek.
O yüzden yeniden şükrettim.
Balkon biraz daha esmeye başladı, cacık ideal soğukluğuna kavuştu, domatesli bulgur pilavı dinlendikçe güzelleşti.
Yaşıyorum bu hayatı.
İlk yorum yapan siz olun